TÜRKİYE’DE BİR KAMERA MÜZESİ YATIRIMCISI

12 yaşındayken Beyazıt’ta bir sokak satıcısından aldığı Ferrania, ilk fotoğraf makinesi oldu. annesinin çeyiz sandığı ise onun karanlık odasıydı… Nakipoğlu İnşaat’ın yönetim kurulu başkanı Hilmi Nakipoğlu, çocukluğunda başlayan kamera sevdasını bugün bin 200 fotoğraf makinesiyle dev bir koleksiyona dönüştürmüş durumda. Türkiye’nin ilk kamera müzesini de açan müteahhit, bugünlerde Bakırköy’deki asırlık konakta yepyeni bir müzecilik anlayışı getirmek üzere çalışıyor. Nakipoğlu, Bakırköy İskele Caddesi’ndeki Kamera Müzesi’nin kapılarını herkesten önce hafta okurlarına açtı…

Nereden geliyor bu kamera merakı, neyle besleniyor sizce?

Aslında meraklarımızı, hobilerimizi yaşam biçimimiz belirliyor. Çocukluğumuz, bizi besleyen ne varsa, onlar ilgi alanlarımızı da şekillendiriyor. Biz Gaziantepliyiz. Çok kalabalık bir evde doğup büyüdüm. Dört kardeşin en büyüğüyüm.

Dedemin annesinin de içinde yaşadığı, babaannem, dedem, amcalarım, kuzenlerimle kalabalık bir aileyi taşıyan büyük bir evimiz vardı. Ermeni bir ustanın yaptığı taş bir konaktı. Herkesin hayatı ayrı odalarlaydı ama akşam yemeklerinde bir araya gelirdik. Evin “hayat” denilen geniş alanında herkes toplanırdı. 10 yaşına kadar böyle yaşadım. Şahinbey Mektebi’nde sağımda Levi, solumda Viktorya ile güzel çok renkli bir ilkokul çağı geçirdim. Sonra önce amcamlar göç etti İstanbul’a, arkasından da biz. Babamlar ticaretle uğraşıyordu; lastik ayakkabı üzerine iş yapıyorlardı. Aile Fındıkzade ’ye yerleşti. 60 ihtilalini burada geçirdik. Ben ilk çocuk olarak meraklıydım, bir de her türlü sanata ilgim vardı.

Siz ilk çocuk olarak el üstünde tutulmuşsunuzdur, nasıl bir öğrenciydiniz?

Bir bakıma iyi bir bakıma kötü bir öğrenciydim. İstanbul’da Nefrit oldum. Ailem beni Özel İstanbul Koleji’ne gönderdi. Liseyi beş yılda bitirdim. Aslında zekiydim, yetenekliydim. Çok sosyal bir öğrenciydim. Tiyatro, müzik yarışmalarına katılır, sürekli oyunlar sahnelerdim. Akşam Gazetesi’nin yarışmasında Şinasi’nin Şair Evlenmesi’ni sahnelemiştik mesela. Aklınıza gelebilecek tüm kültür-sanat projelerine dahil oluyordum. Ailem de beni destekliyordu, en azından karşımda duran olmuyordu.

Peki fotoğrafa merak nasıl başladı?

12 yaşlarındaydım. Babamın işi de Beyazıt’taydı. Yanına giderdim hep. Dolaşmaya çıkmıştım, adamın biri birden bir çuval fotoğraf makinesi boşalttı sokağa ikinci el makineler. İçlerinde çok eskiler de var. Çok ilgimi çekti. Sordum, bilgi aldım. İnce makara filmi takılan bir kamera aldım. Bunun öncesinde de çok uzak değildim aslında, ailemizde fotoğrafçılık yapanlar, stüdyosu olanlar vardı. Eniştemin Antep’te Elmacı pazarında fotoğraf çektiğini, karanlık odada zaman geçirdiğini biliyordum. Bir de akrabalarım Antep’te Nakip Sineması diye salon işletiyorlardı. Sokaktaki elden düşme makineyle enişteme gittim ondan negatifler aldım, babamın dükkanında da kart vardı. Eniştem işin nasıl yapılığını anlattı. Eve dönünde iki leğen istedim annemden. Sonra çeyiz sandığını boşaltıp içine girdim. O sandık benim ilk karanlık odam oldu. Sonra ilk gerçek makinemi aldım, bir Ferrania’ya 50 lira vermiştim. Bir anda tutkuya dönmüştü.

Bu tutkuyu nerelerde, nasıl beslediniz?

Öncelikle ailem hiç engel olmadı. Bence o yaştaki bir gencin hobilerine engel olmamak da bir teşviktir. Kolejde müdürüm çok sanata meraklı biriydi. Bana okulda bir oda verdi. Burayı karanlık oda yaptık. Yıkama tankları aldık. 15 yaşındaydım, okulun tüm etkinliklerinin fotoğraflarını çekiyordum. En arka sırada oturuyordum, filmleri de cama yapıştırarak kurutuyordum. Filmleri karbonatlı suda yıkıyordum. Bu şekilde para da kazandım. Tüm okul hayatını kayıt altına aldım. Okulda müzik, tiyatro benden sorulurdu. Nejat Alp arkamda gitar çalar, ben söylerdim. Gösteriler düzenlerdik. Ayrıca resim de yapardım.

Buraya kadar anlattıklarınız hiç müteahhit olacak bir gencin hayatına benzemiyor. İnşaat sektörüne nasıl girdiniz?

O arada babamlar inşaat işleri yapmaya başlamışlardı. Ben de onlarla ufaktan çalışıyordum aslında. 69’da liseyi bitirip askere gittiğimde, amcamın kızıyla nişanlıydım. Geldikten sonra 1971’de evlendik. Ben de bu işe atıldım. Farklı bir müteahhittim. O nedenle adım “Süslü müteahhittir”. Binalarımı da öyle sıradan yapmazdım, bir süs, renk, bir şekil vermeye severdim. İlk inşaatım Gayrettepe’deydi, 60 daire ve iki bloktan oluşuyordu. Arkasından Etiler’de bugünkü Akmerkez’in yanında Uğur Apartmanı’nı yaptım. Sonrası geldi. Akatlar’da binlerce daire yaptık. Bugünkü gibi sat-yap değildi işimiz, biz “yap-sat”çıydık. 1976’ya gelindiğinde ailem inşaat projelerine böldü; beni de İstanbul’un yeni gelişen batı bölgelerine gönderdi. Avcılar’da büyük bir inşaat üstlendim. Deniz Köşkler Derya Sitesi. Bakın ben bu işin alaylısıyım ama Avcılar benim mastırımdır. Derya Sitesi, gerek arazi yapısı gerekse şantiyesiyle benim için eşik oldu. Ve ben o eşiğin tüm detaylarını elimdeki bir kamerayla kayda aldım. Orası bir mühendislik harikasıydı çünkü faylar çok farklıydı. Biz daha o yıllarda İTÜ’deki mühendisleri getirdik ve zemin etüdü yaptırdık. Çünkü her yerden su çıkıyordu. Atatürk, “aslı mektep kıtadır” der ya, benim de mektebim bu proje oldu.

‘ENGELLİ EĞİTİMİNE GÖNÜL VERDİM’

Sizin bir de eğitim yatırımlarınız, bağışladığınız engelli okulları var. Eğitime nasıl girdiniz?

İşler büyüdü; yani hem koleksiyon hem de inşaat işleri. Ailemde hayır için yatırım yapanlar da çoktu. 1989’da eşimin okul arkadaşı vasıtasıyla ERAM Özel Eğitime Muhtaç Çocuklara Yardım Derneği ile tanıştık. Önce okulda annemin adına bir oda yaparak başlayan yakınlığımız, onlar adına bağış toplamaya kadar gitti. Engelli çocukların eğitimine gönül verdim. Ailemde yok ama bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sırada Silivri’de inşaat projeleri yapıyordum. Silivri Belediyesi’ne bağışlanmak üzere bir anaokulu yaptırdım. Annem adına Bakırköy’de Nefus Nakipoğlu Zihinsel Engelliler Okulu’nu yaptırdım. Arkasından Nakipoğlu Eğitim ve Kültür-Sanat Vakfı’nı kurdum. Sonra Anadolu lisesi geldi, Gülten Nakipoğlu Engelli Yaşam Merkezi geldi. Şimdi babamın adına Bakırköy’de bir okul yaptırmak için arazi bakıyorum. Bir de Yeşilköy 2001 Koleji’ni yaptık.

‘DİJİTAL AMA İYİ ÇEKİYOR NAMUSSUZ’

 

Bir kamera tutkunu olarak, dijitalleşme nasıl bakıyorsunuz?

(Cebinden telefonu çıkararak sallıyor) Bu var ya bu; işte bu icat oldu mertlik bozuldu. Eskilerin tabiriyle “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diyoruz, eski makine sevdalıları olarak biz bu duruma. Ama çok da iyi çekiyor namussuz. Yapacak bir şey yok, teknolojiye de açık olmak lazım. Fotoğraf makinesinin geçirdiği teknolojik yolculuk, 100 yılı aşkın bir süreç içinde müzemizde yer alıyor zaten. Gelişimi görmezden gelemeyiz.

‘KAMERA MÜZESİ, BAKANLIKTA KAYITLI OLSUN İSTİYORUM’

Bu müzeyle ilgili yeni planlarınız var mı? Bundan sonraki hedef nedir?

Bu müzeyi en başında “Camera Museum-Kamera Müzesi” diye açtım. Kültür Bakanlığı da o dönem benden bilgilerini istedi ve bakanlığın kataloğuna da girdik. Ancak Bakanlık’ta kayıtlı bir müze değil burası. Şu anda bununla ilgili çalışmaya başladım. Emekli bir müze müdüründen danışmanlık alıyorum. Okyanusta yüzmüşüm, derede mi boğulacağım. Benim iki oğlum var, torunlarım var. Bu koleksiyonu ancak müze ile sürdürülebilir kılabilirim. Amacım, “Hilmi Nakipoğlu Fotoğraf Makineleri Müzesi” adıyla resmiyet kazanmak. Bulunduğumuz bina, ikinci derece tarihi eser statüsünde. 1900’lerin ilk yıllarında yapılmış. Binamızla, içeriğimizle bakanlığın kayıtlarında yer almayı hak ettiğimizi düşünüyorum.

‘1950 YAPIMI BİR DUCATI’NİN PEŞİNDEYİM’

Uykularınızı kaçıran, “Mutlaka koleksiyona dahil etmeliyim” dediğiniz bir kamera var mı?

Artık bu piyasa beni biliyor. Genellikle makineler beni buluyor. Ama elimde 1950 yapımı bir Ducati’nin aksesuarları var. Altı-yedi objektif, filtreler bende ama makinesi yok. Bir yerlerde o makine, biliyorum ama hala bulamadım. Bence o da beni bulacak, buna inanıyorum. Bir de ilk satın aldığım Ferrania makinem bir şekilde elimden çıkmıştı, onu arıyorum.

Bu sırada kamera koleksiyonu yapıyor muydunuz?

Fotoğrafçılık sevdam hiç azalmadı. Ben koleksiyona 1971’de evlenince başladım. İlk parçam körüklü bir makineydi. Evimin bir odasını karanlık oda yaptım. Bir fırsat çıktı birileri Leica koleksiyonunu satıyordu. Etiler’deki bir dairemin bir yıllık kirasını o koleksiyona yatırdım ve 12 Leica aldım. Sene 1985’ti. Hafta sonları Sirkeci, Topkapı surları, Kadıköy gibi mekanları dolaşıyor, tezgahlarda fotoğraf kamerası var mı diye bakıyorum. Bakın ben hiç mezattan kamera almadım. Dolaşıp, araştırmayı seviyorum. Zaten bir süre sonra o kamera sizi buluyor. Benim her ikinci el makinecide telefonum vardır. Bana haber veriyorlardı, eve getirip temizliyor, sonra da başucuma koyuyordum.

Peki nerede sergilediniz bunları?

Önceleri evimin oturma odasında. Sonra vitrinlere sığmaz oldular. Merter’de ofisim vardı. Oraya götürdüm. 1996’ya kadar 450 makine toplamıştım. Bir arkadaşım elindeki koleksiyonu satmak istemiş, paraya sıkışmış. Rahmi Koç’a sunmuş ama olmamış. Yaklaşık 80 bin mark ödeyerek hepsini aldım. Bu aşamadan sonra daha büyük bir alan fikri oluştu. Aslında müze konusunu düşünmeye başlamıştım. 1997 yılında Bakırköy’de Türkiye’nin ilk Kamera Müzesi’ni kurdum. Ancak o bina bize yetmeyince, daha modern bir sergi alanına taşımak istedim. Yer ararken bu eski konağı buldum. İskele Caddesi bir zamanlar böyle konaklarla doluymuş. Vaktiyle Müjdat Gezen Sanat Okulu da buradaymış. Binayı çok beğendim ve satın aldım. Bir yıldır çalışmalar sürüyor. Bitmek üzere. Burayı kafeteryası, atölyeleri olan yaşayan bir kamera müzesine dönüştürmek için çalıştık. Görkemli bir açılışı da olacaktı ama araya pandemi girdi. Şimdi bekliyoruz. Şu anda koleksiyonda bin 200 fotoğraf makinesi var. Aksesuarları da yanlarında.